Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Satınalma gücü paritesi (3)

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Satınalma gücü paritesi (SAGP), birbirinden farklı para birimleri arasındaki satınalma gücünü eşitleyerek ülkeler arasındaki fiyat düzeylerini aynı seviyeye getiren bir değişim oranıdır. Belirli bir mal ve hizmet sepetine sahip olabilmek için gereken ulusal para tutarlarının birbirleriyle oranlanması şeklinde hesaplanmaktadır.

Daha önce Satınalma gücü paritesiveSatınalma gücü paritesi 2başlıklı yazılarımda detaylı şekilde ele aldığım bu konunun eksik kalmasını istemedim.

Satınalma gücü paritesi, 1918 yılında İsveçli ekonomist Gustav Cassel tarafından literatüre kazandırılan bir döviz kuru belirleme teorisidir. Birinci Dünya Savaşı süresince çeşitli ölçülerde enflasyon deneyimi yaşayan ülkelerin, para birimlerini uluslararası alanda yeniden düzenlemek adına geliştirilen bir yaklaşımdır. Bu dönemde Cassel, nispi altın paritesinin belirlenmesine yönelik bir araç olarak ‘satınalma gücü paritesi’nin kullanımını teşvik etmiştir.

Temel olarak 1914 yılının başlarından itibaren tüketici fiyat endeksinin hesaplanmasını ve bu enflasyon farklılıklarının kullanılması sayesinde de satınalma gücü paritesini sürdürmek için gereken döviz kuru değişimlerinin ölçülmesi gerekliliğini ileri sürmüştür. (Rogoff , 1996: 648-649)

Birinci Dünya Savaşı ortamı ve o günkü ihtiyaçlara dönük oluşan bu teori, halen uluslararası finans literatürünün en tartışmalı konularından biridir.

Ancak IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların bu teoriye sarılmaları ve kullandırmak istemeleri hiç tesadüf değildir.

SAGP, gelişen ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere sundukları bir ikramdır! Gelişmekte olan ülkeler, kendilerini mevcut durumlarından daha iyi hissetmeliler ki, küresel düzenin ahengi bozulmasın ve merkezdeki ülkeler çevredeki ülkelerin kaynaklarını kendi çıkarları uğruna daha rahat kullanabilsinler.

SAGP hesabıyla; gelişmiş ülkelerin kişi başı gelirleri eksilirken, gelişmekte olan ülkeler aşağıdaki dezavantajlarına rağmen SAGP’ye göre kişi başı gelirlerini artırmaktalar.

İşte farklar:

  • Hammadde kullanımında dışa bağımlılık,
  • Teknoloji düzeyinin yetersizliği,
  • İthal girdilerin fazlalığı sebebiyle dış ticaret açıkları,
  • Yabancı kaynak ihtiyacı,
  • Dış borçların ağırlığı,
  • Her ülkede önemli mal ve hizmetlerin endeks içindeki ağırlıklarının farklılığı,
  • Mallar arasındaki kalite farklılıkları,
  • Ülkeler arasında fiyat eşitliğini bozan engellerin varlığı (kotalar, gümrük tarifeleri, taşıma giderleri gibi).

Bu kadar farka rağmen standart bir endeks üzerinden yapılan SAGP temelli kıyaslamalar ile sonuca ulaşmak gerçekçi olmasa gerek.

Bu sistemin ne kadar hayali varsayımlara dayandırıldığını gösteren bir örneği Uğur Gürses çok güzel açıklamış. Bir kısmını aktarıyorum.

Bloomberg’in verdiği haberde, raporun kaynağı Britanya’nın büyük bankalarından Standard Chartered.

Rapora göre; Türkiye küresel ekonomide 2020’de 9. ülke, 2030’da 5. ülke olacakmış.

Neye göre?

Satınalma gücü paritesine göre!

Peki hangi dolar kuru paritesine göre?

Dolar kurunun 2019 sonunda 6.60 olacağı, 2020 sonunda 7 olduktan sonra 2021’de birden bire 4.1’e gerileyeceği varsayılmış. Sonrasında da 2030 sonuna kadar 5 TL olacağı öngörülmüş.

Böyle bir mucizeyi bu topraklarda kim istemez?

Ancak içinin iyi doldurulması gerekirdi. 2020-2030 aralığında ve 10 sene boyunca dolar kurunu bu günkü kurdan da daha düşük seyrettirecek sebepler tek tek açıklanmalıydı. Varsayımlara temel oluşturan senaryolar bu tip raporların özüdür. Eksikliği durumunda o rapora itibar edilmez

SAGP’nin en önemli destekçilerinden IMF’ye göre bile Türkiye’nin aynı metotla 2020’de 13. sırada olacağı öngörülmüştür.

İşte SAGP böyle bir şeydir. Kuruma göre, kişiye göre, hayal gücüne göre oluşan mutluluk reçetesidir.

Örneğin 2016 için Türkiye’deki kişibaşı milli gelir 10 bin 743 dolar, IMF’nin hesapladığı satınalma gücü paritesine göre kişibaşı milli gelir ise 24 bin 912 dolar bulunmuştu.

Bunun anlamı şu; 10 bin 743 dolarlık gelirle Türkiye’den satınalınabilecek mal ve hizmetin, dünya ortalamasındaki ederi 24 bin 912 dolarmış.

Sanki bu halk 10 bin 743 dolarlık geliri ile aldıklarını küresel piyasada satmış ve 2.5 kat parayı da cebine koymuş!

Cebe girmeyen para gelir sayılabilir mi?

Şimdi denebilir ki; “bu teorideki en önemli nokta, ülke vatandaşlarının paralarını kendi ülkelerinde harcadıkları varsayımıdır.”

Evet biliyorum, zaten en önemli tuhaflıkta burada ya. Madem ki teorinin sahipleri “farzedelim ki öyle…” diyebiliyorlar ve benim gelirimi 2.5 kata çıkartıyorlar. Ben de diyorum ki; “farzedelim ben o gelirle sizin ülkenize geldim, neden burdakinin yarısı kadar mal ve hizmete kavuşamıyorum?”

Madem ki farzediyoruz, hayal öyle kurulmaz böyle kurulur!

Küresel güçlerin hesabıyla dünyada fakir ülke yoktur. Teori de zaten bunun üzerine kurulmuş.

Birinci ülkede 100 doları 100 liradan kolay harcayan ve piyasalara talep patlaması yaşatan bir tüketici grubu varken, ikinci ülkede sınırlı kaynağını gıdım gıdım harcayan bir tüketici grubu var. Bu iki ülkede fiyat ve kalite seviyesinin farklı çıkması kadar doğal bir sonuç olabilir mi?

Böyle iki benzemez pazarın kıyaslanmasından, tek tabloda ikincinin lehine bir sonuç çıkar mı?

Çıkacağını söyleyenlerin sağlam gerekçesi var ; “mesela yani” diyorlar!

Gerçek tablo ortadayken ‘mesela’ demeye gerek var mı?

TÜİK verilerine göre, 2018 yılı kişibaşı milli gelirimiz (GSYH) 9.632 dolar olarak hesaplanmış. Kişibaşı milli gelir 10 senedir ilk defa 10 bin doların altına düşmüş. Benzer veriye rastlayana kadar geriye gittim, 2007’de kişibaşı milli gelirimiz 9.656 dolarmış. Yani 11 sene önceye dönmüşüz.

Satınalma gücü paritesini masal sınıfına sokan sadece bu da değil!

ABD merkezli yayın kuruluşu Bloomberg’ün enflasyon ve işsizlik oranlarını toplayarak oluşturduğu, ‘Sefalet Endeksi’ diye adlandırdığı listede Türkiye 62 ülke arasında 4. sıraya sahiptir. Enflasyon oranı yüzde 8 milyonu aşan Venezuela, en olumsuz verileriyle açık ara birinci olurken, onu sırayla Arjantin, Güney Afrika ve Türkiye izliyor.

Bloomberg ‘Sefalet endeksi’

(Puana göre)

Ülke

2019 Endeks Tahmini

Venezuela

8.000.011,40

Arjantin

51,4

Güney Afrika

32,3

Türkiye

30,2

Yunanistan

19,2

Ukrayna

17,3

Uruguay

16,2

Brezilya – İspanya

15,2

Suudi Arabistan

14,4

Sırbistan

14,3

Not: Bloomberg ‘Sefalet endeksi’ olarak adlandırdığı puanlamayı ülkelerin yıllık enflasyon oranı ile işsizlik oranı verilerini toplayarak oluşturuyor.

Kaynak: Bloomberg-BBC

Sonuç olarak; ülkeler arasındaki fiyat farklılaşmasının sebebi gelir farklılaşmasıdır. Geliri düşük olan ülkenin insanına “ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorsun?” diye sormak yerine, “aynı malı daha ucuza alıyorsun, o zaman zengin sayılırsın” demek aklıyla alay etmektir. Asgari ücret Almanya’da 1593 Euro, Türkiye’de 2020 TL iken; Almanya’da 100 Euroya dolan market arabasının, Türkiye’de 100 TL’ye yarısı dolmuyorsa artık bu hikayenin son bulması gerekiyor.

Devamını Oku
Yorum Yapın

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Fırsatçılık bir meslek hastalığıdır

Ercüment Tunçalp

Ticari hayat yüksek enflasyon iklimine maruz kalınca, ortamın yarattığı kolay kazanç alışkanlığı fırsatçılığı kalıcı hale getiriyor.

Hani çocuklar hastalandığında eskilerin çok kullandığı bir söz vardır; “hastalandığına değil, huyunun değiştiğine yanarım” diye…

Çünkü hastalık geçicidir ama huy kalıcıdır. Aynı durum burada da geçerlidir. Yüksek enflasyon geçicidir ancak fırsatçılık bünyeye yerleşmiştir bir kere…

Bu kişiler enflasyonsuz ortamı sevmezler. Zira ek kazanç yolu tıkanır, çabuk afişe olurlar. Ancak bu sefer de başka yollar ararlar. Örneğin kaliteden tavizi kazanca çevirmek gibi…

Fırsatçılık sebep değil sonuçtur. Zira yüksek enflasyonun rüzgarı ile daha kolay vücut bulur. Ancak bulaşıcı tarafı ihmal edilirse gelecekte enflasyonun ana sebepleri arasına da dahil olabilir. Maliyet artışına göre zam yapmak yerine ‘biraz daha fazlasını münasip görmek’ şeklinde gelişir. Bu kadarla kalsa yine iyidir, sürekli daha fazlası talep edilir hale gelir.

Fiyatlama davranışları bir kere bozulunca; sapla samanı ayırmak da kolay olmaz. Hem fırsatçılık yapıp hem de yanıltıcı kampanyaları (indirimleri) sanatsal kabiliyetle sahneye koymak da her zaman mümkündür. “Cambaza bak” durumuna takılı kalan tüketici de çoğu zaman esas ayrıntıyı kaçırabilir.

Talep gören, stok devir hızı yüksek ürünler fiyat artış dönemlerinde çok kazandırdığı gibi yemleme indirimlerle şaşırtmanın en kullanışlı aracı olabilir. Bu örnekleri çok verdiğim için fırsatçının aynı ürünü indirimde bile rakiplerinden yüzde 30 pahalıya satabildiğini hatırlatarak bu kısmı geçelim.

Et gibi istisnai kategorileri de ayrı değerlendiriyoruz zaten. Evet arz eksiği olan kırmızı etin fiyatı tüketici alım gücünün çok üstüne çıktığında talep de sınırlı olarak düşüyor. Üstelik hükümette bunun için ithalat kanalını açık tutuyor. Ancak kırmızı etten tamamen vazgeçmenin mümkün olmadığını çok iyi bilen bazı fırsatçılar fiyatları tırmandırma faaliyetine hiç ara vermiyorlar.

Örneğin et piyasasının hem karkas olarak toptan fiyatında hem de parçalanmış olarak perakende fiyatında euro ve dolar bazında dünyanın en pahalı fiyatlarına sahip olduğumuzu sık sık tekrar ediyorum. Ancak hâlâ bu kategoriye ait bir meslek kuruluşunun başındaki muhtereme mikrofonu uzatıp, kendisine ait gerekçeleri sıralamasını istiyorlar ve sabırla da dinliyorlar. Zira hükümetin hayvancılıkla ilgili yanlış politikalarını yetkili bir ağızdan duyurmak kullanışlı bulunuyor. O da büyük bir coşkuyla, “hâlâ fiyatların yetersizliğinden, maliyetlerin yüksekliğinden” şikayetle faturayı sisteme çıkartarak daha fazlasını talep ediyor. Aşırı fiyat artışlarının üzerinden çok kısa bir zaman geçiyor, aynı muhterem, “bunun da yetmediğini ve artışların sürmesi gerektiğini” ifade edebiliyor. Bu arada birileri de çıkıp (bizim dışımızda), dünyanın her yerinden daha pahalı olan fiyatlarımızın nedenini kendisine sormuyorlar. Öyle ya eğer bir ürün fiyatında döviz bazında dünya şampiyonu iseniz sizin ne maliyet gerekçeniz ne de makul kâr iddianız dinlenmez, aksine sorgulanır.

Böylece bizde enflasyonla mücadelede netice alınamamasının ilk sebebi olarak toplumsal bölünmüşlük, ikinci sebep olarak da boş vermişlik seviyemiz öne çıkıyor. Bunları aşamadığımız sürece bu mücadeleyi kazanma ihtimalimiz yoktur. Ancak birçok fırsatçı zengin yaratma kapasitemiz vardır.

“Türkiye’de yüksek enflasyonla birlikte ticari ahlakın dozu kaçtı. Maalesef birçok şeyi bahane edip zam yapan insanlar var” sözünü reel sektör içinden işadamlarının toplandığı bir derneğin başkanından duyuyoruz. Daha ne olsun?

Ölçünün kaçtığı kategorilerden biri de kafe ve restoranlardır. Bazıları 10 ay içinde fiyatları dolar bazında ikiye katlayabiliyorlar. Yukarda da belirttiğim gibi bu ülkede her yapılanı, “yüksek enflasyona bağlamak” gibi bir alışkanlık peydah olmuştur. “Maliyetlerimiz elvermiyor”, “Sattığımız fiyattan yerine koyamıyoruz.” Bitti!

Bu sağlam gerekçelerle fiyatları coşturmak legal hale geliyor!

Geçtiğimiz günlerde Cüneyt Özdemir programında; İstanbul Havalimanı ile Londra Heathrow Havalimanı içinde yer alan aynı kafe zincirlerinin fiyat kıyaslamalarını yayımladı. Elbette yine euro bazında biz daha pahalıyız. Artık TL değerleriyle fahiş fiyat aramıyoruz. O aşamaları çoktan geçtik, dolar-euro değerleriyle de fahiş fiyatlarımız mevcuttur.

Piyasada 110 TL’lik tek kurabiye fiyatı sebebiyle yapılan boykot çağrıları buz dağının sadece görünen kısmıdır. Bayram tatilinde Yunan adalarına geçenlerin, yemek fiyatlarında bizimle kıyaslanamayacak euro bazındaki ucuz fiyatları sosyal medyada sergilemeleri de aynı fasıldandır…

Konaklama fiyatlarındaki rezalete en taze örnek ise Antalya’da bir otelden geldi. Bir Türk vatandaşından “milliyet farkı” gerekçesi ile 120 euro fazla ücret alınması fırsatçılığın da ötesinde bir durumdur. Gözü kara bu işletmenin adını vermiyorum. “Bize bir şey olmaz” özgüvenine sahip olmasalar, fatura üzerine açık açık “120 euro milliyet farkı karşılığında tahsil edildi” açıklamasını bu kadar rahat koyamazlardı. Yıllardır aynı uygulama var ama itiraf yeni gelmiş…

Şimdiye kadar yaptığım küresel fiyat kıyaslamalarında dövize endeksli fahiş fiyatlarımızı aktarmaktan ben bıktım. Artık bu kabul gören gerçek durumu daha fazla örnekle beslemek gereksizdir.

Sonuç olarak; yüksek enflasyonla mücadele sadece devletten beklenmez. Fırsatçıların bu yola mayın döşemesi de engellenmelidir. Yoksa halkın bir kısmı enflasyonu sadece yönetimsel hatalara bağlar, halkın diğer kısmı da sadece fırsatçıları tek suçlu ilan ederse bu işten hayırlı bir sonuç çıkmaz.

Kafe ve restoranların tamamını boykot etmek hatalı bir davranıştır. Mesleğini düzgün yapanları ve sadece enflasyonu fiyatlara yansıtanları ayırmak gerekir.

Bu mücadele her türlü önyargılardan kurtularak yapılırsa netice verir. Yoksa problemler önümüze hep ortaya karışık gelmeye devam eder ki; sadece fırsatçılar doyarken, vatandaşın çoğunluğu da o sofradan aç kalkar.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Baz etkisi geçince ne olur?

Ercüment Tunçalp

Bugünlerde bazı siyasilerin dilinden düşmeyen bir söz var; “Haziran’dan sonra enflasyon düşecek” şeklinde…

Bu sözde gerçeklik payı var  mı?

Kısmen var. Ancak ne yüzde 50’ye gelen politika faizinden ne de enflasyonla mücadelede kazanılmış herhangi bir nedenden kaynaklanmış şekilde değil…

2023 yılının Temmuz ve Ağustos aylarına ait anormal yüksek çıkan aylık enflasyon oranlarının sistemden çıkacak olmasına dayanan baz etkisinden

Bu konuya şimdiden girmemin sebebi; sonradan birilerinin çıkıp bu önceden belli olan tabloyu “önce söyledik, sonra da yaptık” diye sunmalarının esasında otomatik bir sihirli dokunuş olduğunu kayıt altına almak içindir.

Peki, daha sonraki aylarda ne olabilir?

Büyük ihtimalle şimdiye kadar ne olduysa aynı şekilde devam edebilir…

Yıl sonunda TÜFE yüzde 55’in üzerinde çıkar. Bu benim 1 ay önce kayıt altına aldığım resmi enflasyon tahminimdir. Elbette yaşanacak olana dair tahminim daha da yüksektir. Merkez Bankası tahmini ise hâlâ yüzde 36’dır.

Biraz daha açalım…

Geçmişteki enflasyon oranları gelecekteki enflasyon oranlarını etkileyebilir. Yani geçmişteki yüksek enflasyonun, gelecekteki enflasyon oranlarını baz etkisiyle aşağı çekeceği veya yukarı iteceği çok önceden tahmin edilebilir.

Baz etkisi (Base Effect), karşılaştırma yapılacak iki farklı dönemden, bir önceki dönemde yaşanan aşırı yükselme ya da düşüşün sonraki dönemin sonuçları üzerinde yarattığı etkiye denir. İlgili ayın enflasyon verisi hesaplanırken, bir sene öncenin aynı ayındaki genel fiyatlar seviyesinin yüzdesel farkı alınır. O bir önceki yılın ilgili ayındaki referans alınan değer düşükse yüksek bir değişim oranı yaratır. Tersine önceki yılın aynı ayında daha yüksekse bu sefer de düşük bir değişim oranı yaratır.

Ağustos ayı başında açıklanacak olan Temmuz ayı TÜFE hesabından bir sene önceki aynı ayın yüzde 9,49’luk oranı buharlaşır, onun yerine yüzde 3-4 arası bir oran sisteme yerleşir. Böylece düşüşün birinci etabı yıllık enflasyonu da düşürecek şekilde tamamlanmış olur.

Eylül ayı başında açıklanacak olan Ağustos ayı TÜFE hesabından da bir sene önceki yüzde 9,09’luk oran çıkar, onun yerine de yine muhtemelen yüzde 3-4 arası bir oran sisteme dahil olur. Bu da düşüşün ikinci etabı olarak yıllık enflasyona olumlu etki yapar.

Sonra?

Enflasyon normal seyrine devam eder…

Çünkü Ekim ayında açıklanacak olan Eylül ayı TÜFE hesabından bir sene önceye ait nispeten daha makul sayılabilecek yüzde 4,75’lik oran çıkıp, yine buna yakın bir oranın sisteme dahil olmasıyla sihirli dönem sona erer. Devamında da 2023’ün Ekim, Kasım, Aralık aylarına ait enflasyon oranları yüzde 3,5 altında gelmiş olduğundan baz etkisi diye bir şey kalmaz.

Şimdilik çok az kişi tarafından kabul gören yukardaki yüzde 55’lik tahmini nasıl yaptığımı biraz açayım. Önce bu hesabı TÜİK verilerine göre yaptığımın altını çizeyim. Örneğin Mart ayına ait yüzde 3,16’lık TÜFE oranını gerçekçi bulmasam da yine de bu oranı dikkate aldım.

2024 yılı ilk çeyreğe ait (%6,70+4,53+3,16) aylık resmi enflasyon oranlarının kümülatif toplamı yüzde 15,05’dir. Geriye kalan her ayı yüzde 3’den hesaplarsak yıl sonunda yüzde 50 yıllık enflasyon oranına ulaşırız. Arada sürpriz yapacak ayları da hesaba katarsak yüzde 55 çok makul gözüken bir tahmin olarak karşımıza çıkar.

Geleceğe dair aylık yüzde 1,5’lik enflasyon tahminlerini gerçekçi bulmak mümkün değildir. Bunun için devam eden fiyat artışlarına bakmak yeterlidir.

Sonuç olarak; yukarda belirttiğim 2023 Temmuz ve Ağustos aylık enflasyonlarını yıllık olarak yaşayan ülkeler acil tedbirleri devreye sokarlarken, bizler sistemden çıkacak anormal oranların getireceği kısmi iyileşmeyle yetinemeyiz. Bu vesileyle geçici olarak 10-12 puanlık düşüşü enflasyonda kalıcı düşüş gibi göstermek gerçekçi olmaz. Zira bugüne kadar enflasyonu yükselten olumsuz şartları düzeltmeden, sadece gecikmiş faiz artışlarıyla (hâlâ reel faiz eksidir) netice alınacağını sanmak veya toplumu inandırmak mümkün olmaz. Hele hele günümüz şartlarıyla en az 4 senelik zaman dilimi içinde tek haneli enflasyon oranlarını öngörmek şaka gibidir…

Örneğin gri listeye nasıl girdiğimizi hiç sorgulamadan, çıkma ihtimaline bile davul çalmak henüz hangi noktada olduğumuzu gösterir. Dünyada o listeye anlık bile girip çıkmış olan bize benzeyen bir ülke bulunmuyor. Dolayısıyla bize bu tabloyu sunan olumsuz sebepleri ortadan kaldıracak ve tekrarını önleyecek yapısal iyileştirmelere ihtiyaç vardır.

Kamuda tasarruf hâlâ sahaya yansımadığı halde tüketiciyi sıkıştıran kararlar çok rahat alınabiliyor. Nitekim Dünya Bankası, “Halen Türkiye’nin yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı ile boğuştuğunu, bunun da yoksul kesimleri ‘orantısız baskı’ altına aldığını” tespit olarak paylaşıyor.

Dünyada yaşanan enflasyonla bizim ülkemizde yaşananın en küçük bir benzerliği olmadığı artık genel kabul görmelidir. Birçok ülke enflasyonu yüzde 5’in altına düşürerek sıkıntıyı aştıkları halde tedbiri elden bırakmıyorlar. Bütün dünyada gıda fiyatları düşerken bizde hızlı artış sürüyor.

Kaldı ki, savaş halindeki Rusya’nın yıllık enflasyonu yüzde 7,7, Ukrayna’nın yüzde 8,7 iken, bizdeki yüksek enflasyon için etrafımızdaki savaş ortamını sebep göstermek de artık anlamını yitiriyor.

Mali sıkılaştırmada öncelik sıralaması hayati derecede önemlidir.

Hatalı tahmine dayanan gelir garantili projeler, büyük gruplara dönük vergi afları, resmi kurum ve belediyelerdeki ölçüsüz harcamalar son bulmadıkça; sadece tüketiciye ve küçük esnafa çıkarılacak fatura ile bu ağır yük kalkmaz.

Yoksa hepimiz aynı gemide olduğumuza göre hissemize düşecek sıkıntıyı paylaşmamız gerektiğini gayet iyi biliyoruz. Yeter ki dışardan bu manzaraya sadece seyirci olan ve fedakarlığa niyetlenmeyen kimse kalmasın…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Yoksullaştıran büyümeye sevinelim mi?

Ercüment Tunçalp

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Türkiye’nin 2023 büyüme rakamlarını açıklayınca gördük ki; gayri safi yurt içi hasılamız (GSYH) yüzde 4,5 büyümüş. Böylece AB ülkeleri arasında en çok büyüyen ülke olmuşuz…

Peki bizi kıskanmış olabilirler mi?

Hayır. Bu bir tercih meselesidir. Son yıllarda onlar bize göre çok düşük kalan seviyedeki enflasyonla mücadeleyi tercih ettiler. Biz ise yüksek enflasyonla mücadele yerine büyümeyi tercih ettik. Böylece büyüdük ama dünyada gelir dağılımı en bozuk üç beş ülkeden biri olduk. Üstelik ülkemizdeki 5 milyonu aşan sığınmacı nüfusu üretime katılmalarına ve yaşam maliyetlerine rağmen toplam nüfusa dahil edilmediklerinden, kişi başı gelirimiz olduğundan yüksek görüntü verdi…

Kaldı ki son 10 yılda ekonomide büyüme devam ettiği halde kişi başı gelirde düşüşler yaşadık. Ancak 2023 yılında, TÜİK verilerine göre kişi başı gelir 13.110 dolarla, 2022 yılındaki 10.659 doların yüzde 23 üzerinde gerçekleşti.

Bu önemli artışın sebebi; yüksek enflasyonun çok altında kalan kur artışıdır.

Daha uzun süreler için baktığımızda ise; son 10 yılda (2013’ten itibaren) 12.582 dolardan sadece yüzde 4 farkla bugüne geldiğimiz ve adeta patinaj yaptığımız görülür.

Peki büyüme nasıl gerçekleşti?

İthalata bağımlı ihracat ve sanayiye dayalı büyüme modeli ile…

Kur Korumalı Mevduat 2 türlü servet transferine neden oldu. Bir taraftan mevduat sahiplerine olağanüstü faiz+kur farkı yoluyla kazanç sağlanması, diğer taraftan bu mevduatın ticari kredilere yönlendirilmesi ile…

Gelirini sadece temel ihtiyaçlarına harcayabilen ve borçlanamayan geniş halk kitleleri de sayıları artarak yoksullaşmaya ve toplumsal refah kaybı yaşamaya başladılar.

Ekonomik büyüme, bir ülkenin refah göstergesi sayılamaz. Zira gelişmekte olan ülkelerde dış ticaret hadlerindeki bozulmalar, bizde olduğu gibi ülke refahını düşürücü etki yapar. İhracat miktarı ithalat miktarını karşılayamayınca (çoğunlukla öyledir), borçlanma kaçınılmaz olur. Dış ticaret haddi, ihracat fiyatları ile ithalat fiyatları arasındaki orandır.

                      İhracat fiyatları endeksi

Dış ticaret haddi= —————————————- x 100

                       İthalat fiyatları endeksi

Türkiye ithalata dayalı bir büyüme yaşıyor. İthal girdiye dayanan büyüme işsizliği ve yoksulluğu artırır. İthalatta, 2024 Ocak-Şubat döneminde ara mallarının payı yüzde 70,9, sermaye mallarının payı yüzde 14,9 ve tüketim mallarının payı yüzde 14,0 oldu.

Bu şekilde ara malı ithalatı arttıkça ulusal para değer kaybetmektedir. Oysa kilit ara malların yurt içinde üretimi özendirilerek kaliteli ve ucuz ara malı üretilerek bu bağımlılıktan kurtulmak mümkündür.

Aksi durumda oluşacak dezavantajlarımız:

  • Özel ve kamu kesiminin döviz cinsi birikimli borçlarının yüksek seviyesi,
  • İhracat modelini canlı tutmak için ara malı ve hammadde ithal etmek zorunda kalınması, bunun için de dövize ihtiyaç duyulması,
  • İthalatın finansmanı dış borçla yapıldığında, yüksek faiz ve kur farkı ile kaynak çıkışına neden olunması,
  • Yabancı yatırımcılar için TL cinsinden yatırımın cazibesini yitirmiş olması,
  • Yüksek kur ve yüksek enflasyonun şirket bilançolarında kırılganlık yaratması (Doç. Dr. Baki Demirel),
  • Düşük katma değerli malların ihracatının artması, bunun da ülke refahını azaltması sayılabilir.

Yüksek enflasyonu önleyemeden sadece kuru baskılayarak yaratılan anlık tablonun sürekliliği olamaz. Zira sokaktaki insan cebindeki paranın çoğaldığını, ancak satınalabildiği mal ve hizmetin ise azaldığını yaşayarak görüyor.

Sonuç olarak; ülkemizde ‘milli gelir büyümesi’nin tercih edildiğini de ‘fiyat istikrarı’nın sağlanamadığını da aynı anda yaşıyoruz. Zira yüksek enflasyon dönemlerinde maalesef ikisinden birinin seçilmesi gerekir ki; ilkinin seçildiğini ve bu seçimi yapanların da çıkan sonuç karşısındaki mutluluğunu izliyoruz.

Küresel genişlikte Arjantin’den sonra en yüksek enflasyon oranına sahibiz. Yetkili ağızlarda hep enflasyonu düşürmeye dair söylemler var ama piyasada inandırıcılığı bulunmuyor.

Neden mi?

Negatif reel faiz devam ediyor, parasal sıkılaştırma sözde kalıyor, yetersiz sıkılaştırma da maliye politikası ile desteklenmiyor. Bu durumda enflasyonun düşürülemeyeceği; iktisat eğitimi alan öğrencilere henüz başlangıçta, yani “İktisata Giriş” aşamasında anlatılıyor.

Ancak konuya hakim olması gerekenler ise tek haneli enflasyon için tarih vermeyi sürdürüyorlar. Elbette bunun da zamanı gelince tutmayan hedefler ve unutulanlar arasında yer alacağını bugüne kadarki yaşadıklarımız söylüyor.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER