Sosyal Medya Hesaplarımız

Ercüment Tunçalp

Muz fiyatları üzerine

Ercüment Tunçalp
Abone Ol:

Uzun zamandan beri küresel anlamda en yüksek muz fiyatlarının bizim ülkemizde gerçekleştiğini ve bunun normal olmadığını yazıyorum. Ancak aşağıda belirttiğim şekilde zengin ülkelerin reyonlarında makul fiyatlar istikrarını korurken bizdeki artış devam ediyor. Fiyatlar 14 liradan başlıyor, 18 liraya kadar çıkıyor. Haftada bir iki gün indirim uygulayarak (semt pazarlarıyla rekabet için) 12 liraya kampanya yapan perakendecilerimiz de var, organik muzu 20-22 liradan başlayarak fiyatlandıranlar da…

Bir ulusal indirim marketimizde ithal muzun fiyatı 14,95 TL’dir. Bir ulusal gurme market zincirinde ithal muz fiyatı 16,95 TL, yerli muz fiyatı 17,50 TL’dir. Bir başka ulusal gurme market zincirinde organik muzun fiyatı 23.99 TL’dir. Bir ulusal süpermarket zincirinde ithal muz 14,99 TL, yerli muz 13,90 TL’dir. Yukardaki fiyatların sadece çok şubeli zincir mağazalara ait olduğunu hatırlatırım. Manav veya müstakil market fiyatları dikkate alınmamıştır.

Görüldüğü gibi pahalılığı sadece ithalat şartlarına bağlamak doğru değildir.

Zira biz aynı zamanda senede 500 bin ton muz üretimi yapan bir ülkeyiz. Üretici olan bir ülkenin bu avantajı tüketici lehine fiyatlara yansımaz mı?

Yansımıyor. Yukardaki fiyatların sadece gümrük vergisi uygulanan ithal muza ait olmadığı açıkça görülmektedir. Yerli muz bazı tezgahlarda 1-2 lira daha pahalı, bazı tezgahlarda da 1-2 lira daha ucuzdur.

Üretici olmayan, sadece ithal muz satan Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın zengin ülkeleri bizden çok daha ucuza vatandaşlarına muz yedirmekteler. Yaygın fiyatlar 1 dolar ve 1 euro civarındadır. Elbette ülkelere ve market zincirlerine göre de küçük farklar vardır. Takdim ediyorum.

Yurt dışı raf fiyatları:

  • Almanya’da 1 euro olan normal fiyat, indirimde 89 cent oluyor. Yani 5,5 TL ile 6 TL karşılığıdır (kur 6,19). Organik muzun fiyatı 1,69 eurodur. 10,5 TL karşılığıdır. Bizde bu fiyata normal muz bulunmamaktadır.
  • Hollanda’da yaygın fiyat 1 euro ve karşılığı da 6,20 TL’dir.
  • İspanya’da 1,29 euro fiyatla satılmaktadır. Karşılığı 8 TL’dir.
  • Polonya’da 4 zloty fiyatla satılmaktadır. Karşılığı 5,65 TL’dir (kur 1,41).
  • Macaristan’da 1,20 euro olan normal fiyat, indirimde 1 euro olmaktadır.
  • Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ithal muz 6,5- 8,95 TL arasında satılmaktadır.
  • İsviçre’de 2,60 frank olan normal fiyat, indirimde 1,50 frank oluyor. Kendi ülkelerini pahalı bulan birçok İsviçre vatandaşının sınırdan geçerek toplu alışverişlerini Almanya’dan yaptıklarını hatırlatırım. Böyle bir piyasada bile muz fiyatları 8,5 – 14,90 TL aralığına denk gelmektedir (kur 5,73).
  • ABD’de 99 cent- 1,20 dolar aralığında satılmaktadır. Karşılığı en fazla 6,80 TL’dir (kur 5,70).
  • Kanada’da 1,50 Kanada dolarına satılmaktadır. 6,5 TL karşılığıdır (kur 4,28).

Mevcut durum bu olduğuna göre sebepleri üzerinde biraz durmak gerekir. Amacımız bu konuya dikkat çekerek hakkaniyetli bir orta yolun bulunmasına yardımcı olmaktır. İthal muza uygulanan yüzde 145,8 düzeyindeki gümrük vergisinin yerli üreticiyi koruma gayesi güttüğü bellidir. Ancak büyüme çağındaki çocuklarımızın beslenme hakkı ile de dengelenmelidir.

Yurt içinde üretilen bir ürünün fiyat çıtası bu kadar yukarda olabilir mi?

Elbette üretici kanadı bu verginin korunmasını istiyor. Haklı olduklarına emin değilim. Ancak muzun dağıtım kanalı paydaşlarından birisine, Mersin Yaş Sebze ve Meyve Hal’inde komisyonculuk yapan Remzi Koldaş’a kulak verebiliriz.

Koldaş, Ocak ayında yaptığı bir açıklamada; “Mersin Halinde Anamur muzunun satış fiyatının 6-6,5 lira arasında değiştiğini” iddia ederek, “herkesin muz yiyebilmesi için ithal muzda gümrük vergisinin kaldırılması gerektiğini” söyledi. Bu durumun Anamur muzunu etkileyip etkilemeyeceği ve Anamurlu üreticilerin tepki gösterip göstermeyecekleri yönündeki soruya Koldaş, “Kilosu 10 TL’de olsa Anamurlular buna karşı gelirler. 1 liraya 1 buçuk liraya mal olan muzu Anamurlular dalında 4 liraya, 5 liraya satıyor. Hâlâ fiyata az diyorlar. “Tüketici kaç liraya yiyecek muzu?” diye de soruyor (Kaynak: Güney Gazetesi).

Anamur Muz Üreticileri Birliği (MUZBİR) Başkanı Hasan Çatkaya’yı da dinleyelim:

“Ülkemizde yaklaşık 500 bin ton muz üretiyoruz. Gelecek yıl 700 bin tona ulaşırız. Ülkenin ihtiyacının tamamını yerli muz karşılar. İthal muzun ülkemize geliş macerası 2 ay, yerli muz ise direk tarladan tezgahadır” diyor.

(Kaynak: www.tamsayfa.net)

Başkan bu söylemiyle nelerin altını çizmiş oluyor?

  • Muzda kendi kendimize yeterli olduğumuzun,
  • Lojistik maliyette ithal muza göre çok avantajlı olduğumuzun…

Peki neyi söylemiyor?

‘Yüzde 150 vergi yükü olmayan ve rakibe göre lojistik giderde avantaj sağlayan yerli üretici sayesinde fiyatlar yarı yarıya düşer’ demiyor.

Başkan Hasan Çatkaya’nın Retail Türkiye Dergisi’ndeki röportajından bir bölümle devam edelim:

“Bizim de muz üreticileri olarak birlikte hareket etme mekanizmasını artıracak yapılar kurmamız gerekiyor. Büyük marketler muz istiyor ama veremiyoruz, neden?

Bahçemiz var, muzumuz var ama sarartmamız yok. Adama tıra yükleyip ürün veremiyoruz. Bundan sonra marketlere, 5 yıldızlı otellere gideceğiz. ‘Muzu bizden alacaksın, biz sana taze muz göndereceğiz. Muz deponda 10 gün değil, 2 gün duracak’ diyeceğiz” açıklamasında bulunuyor.

Başkan devam ediyor; “Yurt dışındaki muzun raf ömrünün nasıl uzatıldığını bilmiyoruz. Uzmanlarımızın çalışması gerekiyor. Muz yetiştiriciliği konusunda deneyimlerin bir araya getirilip tüm çiftçilere aktarılmasını hedefliyoruz” diyor.

Başkan’dan duyduklarımız esasında her şeyi anlatıyor.

Ülkemizde 1930’lu yıllardan itibaren muz ticari amaçla yetiştiriliyor.

Bu 90 yıllık sürede;

  • Kooperatifleşmek için yeni yeni hareketleneceğiz!
  • Üretim hızlı şekilde artıyor ama sarartma ünitelerimiz yok!
  • Muzun raf ömrünü nasıl uzatacaklarını bilmiyorlar ve uzmanları üretici ülkelere gönderip, gelen bilgileri çiftçilerle henüz yeni paylaşacaklar!
  • Marketlere taze muz göndermeye niyetlenmişler ama marketlerin en fazla 2 gün bekleyebilen muzu alamayacaklarını veya yüksek fireyi üstlenemeyeceklerini henüz öğrenememişler.

70’li yıllarda karpitle sarartılan yerli muzu alıp satardık. Eminönü’ndeki Sebze Meyve Hali’ne yakın yerlerde muz odaları vardı. Her gün o odalara girdik çıktık, tüketici olarak da yıllarca afiyetle yedik ve sonra da sağlığa zararlı yöntem olduğunu öğrendik. Şimdi etilen gazı kullanılıyormuş. Onun da ne kadar sağlıklı olduğunu daha sonraki senelerde öğreniriz herhalde!

1985 yılından itibaren ithal muzla tanıştık ve meyve tezgahlarının en gösterişli ürünü oldu. İthalatın başlamasına kadar Migros’un Meyve Sebze Pazarlama Müdürü olarak neler çektiğimi bir ben bilirim. Rakibi olmayan ve talebi karşılamakta zorlanan yerli muzu tok satıcı durumundaki komisyoncunun elinden almak, istediği fiyatı kabul etseniz de deveye hendek atlatmaktan daha zordu.

İthalat başladıktan sonra da yerli muzun krallığı bir müddet daha devam etti. Sonra da koltuğu ithal muza terketti. Her zaman yerli üretimi destekleyen bir kişi olarak itiraf etmeliyim ki; ithalatla birlikte iş hayatımda büyük bir rahatlama yaşadım. Tüketiciyi söylemeye gerek yok, o günlere kadar sadece fotoğraflarda gördüğü bir ürünle makul fiyat ödeyerek tanışmış oldu.

Elbette yerli muz üreticilerinin de sıkıntıları vardır. En önemlisi, dünyanın en büyük ihracatçısı Ekvador’da açık alanda kendiliğinden yetişen muzun, Türkiye’de çoğunlukla örtü altında yetiştirilmesinden kaynaklanan maliyet farkıdır. Ancak rekabette sağlanan avantajlar bu maliyetin çok üstündedir.

İkincisi, yurda kaçak yollardan giren ithal muzun ‘yerli ürün fiyatlarını düşürdüğü’ şikayetidir. Bu kaçağın tüketiciye düşük fiyat olarak yansımadığı çok net bellidir. Aradaki bu farkın kimlerin cebine girdiği ise benim de merak ettiğim bir konudur. Kaçak muzun rafa nasıl yansıdığını görmek isteyenler İran marketlerine bakabilirler. Muzun kilogram fiyatı 29.700 riyal, yani 4 TL karşılığıdır.

Sonuçta; dünyanın en pahalı muzunu yemeyi haketmiyoruz. Yerli muz, ancak üreticiden tüketiciye kadar uzanan dağıtım kanalında yer alan bütün paydaşların ortak hareketi ile hakettiği raf payına kavuşabilir. Rekabetçi fiyat oluşturulması halinde ithal muz kendiliğinden sahneden çekilir. Aksi takdirde kendi ülkesinde bile bu kadar pahalı olan bir ürünün ihracat şansı da olamaz.

Devamını Oku
1 Yorum

1 Yorum

  1. Abdurrahman

    28 Aralık 2021 saat: 13:59

    İthal Muz 1 euro oldu diyelim:
    Aralık 2021’de Euro 20 TL olduğu zaman ithal muz 20 TL olacaktı, ama o sıralar markette Anamur Muzu 8-10 TL’ye satılıyordu.
    İthal muza yüklenen vergi ve aynı anda yerli muza sürekli artan teşviklerle, son 5 yılda muz üretimi 3 kat arttı.
    Zamanla ithal muza ihtiyaç düşmüş olacağını ve muz üretimi tam kapasiteye ulaştığını gördüğümüzde, yerli muzu 1 Euro’nun hep daha altında fiyatlara yiyor olacağız.
    Gelecekte en alt gelir grubunun da muza erişebilirliğini temin etmek istiyorsak, bu önlemler devam etmelidir.
    Bir emsal olarak ABD’nin her daim zararına dahi olsa ölü petrol kuyularından üretim yaptığını unutmayalım.

Yorumunuz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Advertisement

Ercüment Tunçalp

Gıda terörü en büyük beka sorunudur

Ercüment Tunçalp

Ülkemizi terör belasından kurtaracak bütün çabaları bir vatandaş olarak alkışlıyorum. Peki bir türlü önlenemeyen gıda terörü ne olacak?

Yanlış pestisit kullanımı ve aflatoksin sebebiyle ülkemizi bütün dünyaya rezil eden teröristler namuslu üreticinin de kabusu olmuş durumdalar. Zira bu konudaki kötü şöhretimiz küresel anlamda iyice yayılmış bulunmaktadır. Alıcı ülkeler alternatif buldukları sürece bizden kopmaya başlayacaklar.

Artık “Bulgaristan’dan domates iade geldi”, “Romanya’dan incir geri döndü” gibi haberleri okumaya yetişemiyoruz. Bunun için “hangi ürün hangi ülkeden iade edildi” bilgisini içeren yüzlerce satır yazı yazmaya gerek kalmadı. İhraç edilen her çeşit yaş ve kuru sebze meyve ile kuruyemiş, gönderilen ülkelerden geri dönmeye devam ediyor. Bilgi edinmek isteyenler RASFF sisteminden bu bilgilere ulaşabilirler.

RASFF (Gıda ve Yem için Hızlı Alarm Sistemi), AB üye ülkeleri için gıda güvenliğini ilgilendiren bilgileri toplamak amacıyla Avrupa Komisyonu tarafından geliştirilmiş, merkezi bir veri tabanına dayalı hizmet veren izleme ve bildirim aracıdır. İyi ki böyle bir sistem var, bu sayede bilgi edinmemiz mümkün oluyor. Ancak sadece bizim bilgimiz olsa bu pişkin üretici grubunun hiç umurunda olmayacak. Bu raporlar AB ülkeleri dışında, AB’nin ticaret yaptığı bütün dünya ülkelerine duyuruluyor. Türkiye en fazla bildirime konu olan ülkeler arasında olduğu için alternatif üretim yeri fazla olan ürünlerde gittikçe şansımız azalıyor. Hiç olmazsa bu tehlike için biraz duyarlı olma ihtiyacı var.

Ülkemiz vatandaşları için merak konusu; “iade edilen ürünleri acaba biz mi yiyoruz?” korkusudur. Cevap “evet biz yiyoruz” olmalıdır.

Ancak muhtemel itiraz da “Hayır biz onları imha ediyoruz” şeklinde gelebilmektedir. Hadi inanalım, peki biz yine de limitlerin üzerindeki zehirden korunabiliyor muyuz?

Yıllarca tarlada ve bahçede hem ihracat hem de iç piyasa için ürün hazırlamış bir kişi olarak söylüyorum; aynı tarla ve bahçeden her iki kanala da sevkiyat yapılıyor. Hatta en kalitelisi ve en az riskli olanları yurt dışına gönderiliyor.

Öyleyse, ihracata giden ürünün başına bunlar geliyorsa, yurt içindeki durumu tahmin etmek hiç zor olmasa gerek…

Üstelik dışarda bu sorun tespit edilmesine rağmen, iç piyasada (tarlada, halde veya depoda) böyle bir tespit ve imha işlemini ben duymadım!

Hemen akla son satış noktası geliyor…

“Bu konuda perakendeciler ne yapıyor?” sorusuna ise bazı büyük perakendecilerden, “bizim kalite kontrol birimimiz var, pestisit kontrolü yapabiliyoruz” şeklinde cevaplar geldiğini duyuyorum.

Peki ben buradan soruyorum; herhangi bir perakendeci bugünden önceki tarihi taşıyan bir limit üstü pestisit veya aflatoksin tespit edilen raporu ve devamında da imha veya tedarikçiye iade tutanağını bize gösterebilir mi?

Sadece tek adet yeterli olabilecek!

Ülkemizde kanser vakalarının her yıl daha da artması, hatta patlaması tesadüf değildir. İşte beka sorunu dediğim budur. Öldüren terörden daha kötüsü süründüren terördür. Zira kötü neticesi bazen yıllar sonra ortaya çıkıyor.

Kötü şöhretin sınırlarımız dışına taşması, sadece ilaçlamadaki vurdumduymazlık değildir. Örneğin, “Dünyada balı bir arılar yapar, bir de Türkler” sözü çok yaygındır. Ancak bizdeki tağşiş yüzsüzleri bundan bile övünme payı çıkarabiliyorlar. Kulaklarımla duydum; “Aslına uygun üretim yapmak yetenek ister” şeklinde. Bir ilave de ben yapayım; ‘ahlak yoksunluğu da ister.’

Bunu ülkemizdeki dürüst üreticilerimiz adına söylemek zorunda kaldım.

Eski Tarım Bakanlarından Faruk Çelik, “Üretimlerinde 18 kez taklit tağşiş yapan, insan sağlığı ile direkt ilgili gıda güvenliğini ortadan kaldıran uygulamalara devam eden firmalar var” diyordu. İşte 2016 yılında bu konunun en yetkilisi böyle söylüyordu.

Peki bu 18 kez tağşiş yapan terörist hâlâ üretime devam ediyor mu?

Sorunun cevabı bellidir. Üstelik benzerleri sürekli artarak devam ediyor. O zaman bir yerlerde eksik olduğu garanti değil mi?

Son günlerde yaşadığımız; Hamburg’tan İstanbul’a seyahat eden 4 kişilik ailenin yok olmasına neden olan olayın bütün dünyaya yayılması, turizme zarar verecektir. Zira Alman basını, Dışişleri’nin konuyu takip ettiğini aktardı. Bu durumda yabancı turist kolay kolay otel dışında yemek yer mi?

Sonuç olarak; para cezaları ne kadar artırılırsa artırılsın, bunun önü alınamaz.

Çözüm mü?

Hile yapan işletmelerin faaliyetini süresiz durdurma, sahiplerini meslekten men etme (yeni marka ile yola devamını önleme), hileyi sürekli tekrarlayanlara ağır hapis cezası verdirecek düzenlemenin acil yapılması gerekmektedir.

Başka bir çözümün olmadığına dair en önemli delil, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın güncel olarak yayımladığı taklit ve tağşiş listelerinde sürekli yer alan işletme sayısıdır.

Para cezasını ödüyorlar, 5-6 katını kısa zamanda kasaya koyuyorlar…

Denetimlerin niteliği ve sayısı da böylece önemini kaybediyor…

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Hanutçu terörü!

Ercüment Tunçalp

Üç tarafı denizle kaplı güzel ülkemizde hâlâ turizm potansiyelimizi tam kullanamazken; sektörün fırsatçıları da hiç boş durmuyorlar. Eğer bunlarla yapılan mücadele kazanılamazsa yabancı turisti kendi ellerimizle rakip ülkelere teslim ederiz. Zira o ülkelerde ne fahiş fiyat girişimleri ne de hanutçuluğun dolandırıcılık seviyesine ulaştığı olaylar bizdeki kadar yaygın değildir.

Hanutçuluğun küresel anlamı; özellikle turist kafilelerini alışveriş etmeleri için bir komisyon karşılığında belirli dükkanlara götürme işidir. Çok ülke gezmiş bir kişi olarak, bu mesleğe rastlamadığım ülkeler olduğu gibi turistin arzusu ile destek hizmeti şeklinde uygulanan ülkelere de tanık oldum.

Şimdi geliyoruz iyice dejenere olmuş şekline…

Bizdeki hanutçuluk, bir ticari işletmenin ürün veya hizmetini, turisti sözlü veya fiili davranışla rahatsız ederek satmak, hizmeti tanıtmakla kalmayıp baskı ile kabullendirmeye çalışmak olarak anlaşılıyor.

National Geographic televizyon kanalında Conor Woodman tarafından hazırlanmış “Dolandırıcılar Şehri” isimli bir programın İstanbul bölümünde, hanutçuluğun şehirde turiste karşı yapılan en yaygın dolandırıcılık şekli olduğu anlatılmıştır (Vikipedi). Dolayısıyla bu ısrarcı tutum ve davranışların giderek fiziksel ve psikolojik boyuta ulaşması maalesef sıradanlaşmıştır. Turizme önemli ölçüde zarar verdiği tartışılmazdır. Zira yüksek hesap ödetmenin yanında, zorla parası alınan turist şikayetleri de mevcuttur. İstanbul’da en uç dolandırıcılığın merkezi İstiklal Caddesi’dir. Yani şehrin merkezi…

Örneğin Londra’nın merkezinde tehlikeli bir yer yoktur. Ancak şehrin Soho bölgesi canlı ve bir o kadar da riskli bir eğlence semtidir. Turistler bu konuda sürekli uyarılmakta, yine de şikayete bağlı olarak ağır cezalar uygulanmaktadır.

Şimdi bu mesleğin daha ince ayrıntılarına bakalım. Hanutçu 2 şekilde komisyon alır. Birincisi götürdüğü turist sayısına göre (küresel uygulama), ikincisi de işletmenin kazancını paylaşım şeklinde. Yani birinci usulde; yurt dışında yaygın olan, turizm acentalarıyla anlaşmalı şekilde lüks mağazalara turist rehberi eşliğinde müşteri götürülmesidir. Mısır’da, Tunus’ta, Tayland’da gördüklerim grup halindeki turistlerin götürüldüğü bu tip işletmelerdir. Elbette lokantaların, barların önünde “dükkana davet” duyurusu yapan elemanlar da vardır ama zorlama yoktur. Oysa bizde rastlanan ikinci usulde işin nereye varacağı belli olmayıp, parasal kaybın yanında fiziksel riskte bulunmaktadır.

Dolayısıyla bir sabit durağı olan hanutçular bir de kendilerine belirledikleri av sahalarında meslek icra edenler vardır. Av sahaları, turistlerin sıkça uğradıkları bölgelerdir. İzmir ve Kuşadası limanları, İstanbul Beyoğlu, Kapalı Çarşı, Mısır Çarşisı ve Sultanahmet civarı gibi…

En şaşırtıcı olan da; bazı çarşıların orta yerinde toplanan hanutçuların yarattığı görüntü kirliliğidir. Buna çarşı esnafı nasıl karşı çıkmaz, anlaşılır gibi değildir.

Ayrıca bu sistem haksız rekabet de yaratıyor. Zira turistin küçük esnafa ulaşması engelleniyor.

Sonuç olarak; yabancı turistlerin yaptıkları alışveriş harcamalarının, toplam turizm gelirleri içinde daha büyük bir paya sahip olabilmesi hepimizin arzusudur. Dolayısıyla hem ülkeye giren dövizin artması hem de sektör paydaşlarının yaşaması için bu zararlıların ayıklanması şarttır.

Nitekim geçen yıl bu zamanlarda Rus gazetelerinde turistlerin tatil sırasında ülkemizde muhtemel “kazıklanma” senaryolarına dair aşağıdaki uyarılar yapıldı.

“Restoran menüsünde fiyatlandırma yoksa yüksek hesap gelebilir. Havaalanından taksiye binince farklı fiyat tarifesi uygulanabilir, farklı yollardan güzergah çizilip, yol uzatılabilir ve yüksek ücret talep edilebilir. Önerilen plaj işletmesi ya da gece kulübünde giriş için rutin dışı yüksek bir meblağ istenebilir. Tekne turlarında yerli turistin birkaç katı fiyat tarifesi uygulanabilir. Bazı sağlık turizmi paketlerindeki uygulamalar, uzman olmayan kişilerce ve yüksek fiyata yapılabilir.” (Gazete Duvar)

Üzülerek hatırlatmalıyım ki; küresel anlamda taksi olaylarımızın kötü şöhreti her geçen gün artıyor. Konumuz ‘hanutçuluk’ olduğuna göre bazı otellerin (veya çalışanlarının) taksi durakları ile ortaklık kurmaları bu işi de üstlendiklerini göstermektedir. Turist taksiye binip çarşı merkezini işaret edince, hiç emek harcamadan komisyon aldığı dükkana yolcusunu teslim eden kötü niyetlileri de unutmayalım. Her iki usulde de turistin en az 3-4 kat ödemesi kaçınılmazdır.

İşte ekim ayı içindeki son örnek: Fenerbahçe-Stuttgart maçı için ülkemize gelen 4 Alman turist, Beyoğlu’nda bindikleri taksinin yönlendirdiği bir lokantada 59.000 TL hesap ödediler (fiş ilişikte). Hem de lüks bir restoranda değil Galata köprüsü altındaki salaş bir lokantada. Bu olay sosyal medyada fazlaca paylaşıldığı için Ticaret Bakanlığı ekipleri yaptıkları denetimde menüdeki ücret ile alınan ücretin farklı olduğunu tespit ettiler. Ve 139.304 TL ceza uyguladılar. Bu olayın yüzlercesi turizm bölgelerinde her gün yaşanıyor.

Bu ahlak yoksunlarına verilen para cezası haksız kazançlarının yanında kum tanesi gibi kalır. Ve ‘turisti kazıklama’ işlemine aynen devam ederler. Yaptığım araştırmalara göre; yukarda 1.217 euro (59.000 TL) tutan 4 kişilik aynı yemeğe Yunanistan’da daha üst kalitede bir restoranda ödenecek azami tutar 300 Euro’dur. 2024 yılında 1,5 milyon yerli turistin o ülkeye gitmesinin sebebi de budur. Turizm gelirlerini kıyaslayacak olursak; Türkiye’nin 2024 turizm geliri 61 milyar dolar (52,5 milyar euro) iken, Yunanistan’ın aynı dönemde geliri 22 milyar euro (25,5 milyar dolar) idi. O ülkenin 8 katı nüfusa sahip olmamıza rağmen, lokomotif dediğimiz turizm gelirimiz sadece 2,4 katıdır. İşte ‘potansiyeli kullanamıyoruz’ dememin nedeni budur.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Vergi yükü üzerine

Ercüment Tunçalp

Bakan Şimşek 2026 yılı bütçe sunumunda; “Vergi yükümüz uluslararası kıyaslamalara göre yüksek değil. Ülkemizde genel vergi yükü yüzde 23.5’tir” demiş.

İlk bakışta haklılık payı var. Hatta dünya üzerinde bizim vergi yükümüzden fazla orana sahip çok ülke de bulunmaktadır. Örneğin bütün İskandinav ülkeleri ile AB ülkelerinin çoğunda vergi yükü yüzde 40’ın üzerindedir…

OECD ortalaması ise yüzde 34’tür. (Kaynak: OECD, Revenue Statistics)

Ancak bunun bir önemi yok ki, zira taşıma kapasitesi aynı değil!

İşte bu günkü yazının konusu bu kıyaslamanın yetersizliği üzerinedir.

Toplam vergi yükü, bir ülkedeki yıllık dönem içerisinde ödenen toplam vergilerin yine o ülkenin GSYH’ına olan oranı olarak açıklanabilir.

İfade şekli; Toplam vergi yükü= Vergi gelirleri toplamı/GSYH

Vergi gelirleri toplamı içinde dolaylı ve dolaysız vergiler ile sosyal güvenlik prim ödemeleri yer alır. Bahse konu olan budur…

Toplam vergi yükümüzün kağıt üzerinde OECD ve AB ülkelerinden düşük olması yanında. aşağıdaki 10 farklı özelliği nereye koyacağız?

  • Dolar ve euro bazında ülkemiz gıda kategorilerinde AB ülkelerine göre bile daha pahalıdır. Bu konuda onlarca araştırma yaptık. O ülkelerden kişi başı gelirimiz de düşük olduğuna göre satın alma gücümüz kıyaslanamaz. Dolayısıyla verginin de eklendiği yük bizim vatandaşımıza ağır gelmektedir.
  • Zengin ve fakirin eşit oranda ödediği dolaylı vergilerin payı bizde fazladır.
  • Türkiye’de yaklaşık olarak dolaylı vergi payı yüzde 66, dolaysız vergi payı yüzde 34 iken; AB ve OECD ülkelerinde neredeyse bunun tam tersidir.
  • Bir de üstüne dolaylı vergi oranlarındaki olası yükselme, mal ve hizmetlerin üretim maliyetini artırmakta ve fiyatları yukarı çekerek dengeyi daha da bozmaktadır.
  • Üstelik dolaysız vergilerin aslan payı olan gelir vergisinin de üst gelir grubu tarafından ödendiği zannedilmesin. Gelir vergisinin beyan yerine büyük kısmının emek geliri üzerinden tevkifat yoluyla sağlanması, sabit gelirlilerin yükünü ve gelir dağılımındaki adaletsizliği artırmaktadır.
  • Kayıt altındaki dürüst mükellefin, kayıt dışından gelemeyen vergiyi de sırtlaması dünyada bizim ayarımızda kaç ülkede gerçekleşiyor?
  • Türkiye’de kayıtlarda yer almayan ve görünmeyenenflasyon vergisi’ haliyle Sayın Bakan’ın belirttiği yüzde 23.5’in içinde bulunmuyor.

Enflasyonun kendisi vergi olduğuna göre, diğer ülkelerde olmaması veya yok denecek kadar az olması, bizim yükün de düşük olduğunu gösterir mi?

Dolayısıyla dolaylı verginin en haşmetlisi enflasyon vergisi olduğuna göre bunu da eklediğimizde bizim yükün ağırlığına hiçbir ülke yetişemez.

  • Objektif vergi yükü yanında, bu yükün psikolojik yönünü gösteren subjektif vergi yükünün ölçülmesi de gereklidir ama bu o kadar kolay değildir.

Subjektif vergi yükü; her bireyin kendi gelirine göre ihtiyaçlarını giderebilme, zevk ve tercihlerini karşılayabilme derecesine göre hissettiği ekonomik ve psikolojik baskıdır. Tedirginlik ve vergiye karşı alerji yaratma özelliği vardır.

İşte bir önemli fark da burada oluşmaktadır. Eminim ki; eğer ölçülmesi kolay olsaydı, kanun yapıcıların birçok kararlarında geri adım atmaları ihtimal dahilinde olabilirdi.

Sonuç olarak; yapısal nedenlerden dolayı bu yükün dağılımı bozuktur. Bu sebeple baskıyı her kesim aynı hissetmez. İşte bunun için bazı ülkelerde yüzde 45 vergi yükü hissedilir olmazken, ülkemizdeki yüzde 23.5 oranı taşınamayacak kadar ağır bir yük haline gelebilir.

Hayat pahalılığı, kişilerin gelirlerinin enflasyondan daha az artması şeklinde ifade edilir. Tersine gelirleri enflasyondan hızlı artanlar için de enflasyon vardır ama onlar için pahalılık söz konusu değildir. Hatta ek kazanç bile mümkündür.

Eğer vergi ödemelerinin ardından, kişinin gelirinin kalan kısmı en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyorsa, yüzde oranı kaç olursa olsun, vergi yükü fazlalığı şikayet konusu olur. Üstelik vergiye karşı direnç oluşur.

Örneğin, sık kullanılan bir söz var; “Fatura ve fiş almak vatandaşlık görevidir” diye. Doğrudur ama bu kadar haksızlığa uğrayan bir kesim alışverişini daha ucuza getirmek için fatura veya fişten daha kolay vazgeçmez mi?

Sadece empati yaptım!

Vergi adaletine güvenilmeyen toplumlarda, vergiden kaçınmanın yol ve yöntemleri aranır. Böylece toplumun bir kısmı vergi yükünden kurtulmanın çarelerini arar ve bulurken, çaresiz olan toplumun diğer kısmı fazladan bu yükü sırtlamış olur. Neticede geliriniz yükseldikçe, vergi yükünüz azalır. İşte bu sebeple vergi adaleti için vergi reformuna ihtiyaç vardır. Ve en önemli yapısal sorunlardan biri olduğu çok açıktır. Bu gerçekleşmeden, enflasyonun kalıcı olarak düşmesi de mümkün değildir.

Üstelik enflasyonist dönemde uygulanan maliye politikalarının hedefi; toplam talebin toplam arzdan fazla olması nedeniyle, talebi daraltıcı tedbirler almaktır. En pratik gelen çözüm de harcamalar ve tüketim üzerinden alınan dolaylı vergiler ile enflasyonla mücadelenin tercih edilmesidir. Kaldı ki dolaylı verginin artırılması, fiyatın içine dahil edildiğinden hem tahsilatı kolaylaştırır hem de toplam talepte daralma sağlar. Pratiktir ama adaletsizliği daha da artırır.

Dolayısıyla reel olarak bizimki kadar ağır vergi yükü kolay rastlanacak bir durum olmadığından küresel kıyaslama yapmanın anlamsızlığı ortadadır.

Devamını Oku

Ercüment Tunçalp

Ercüment Tunçalp

POPÜLER